Ben bir köyde büyüdüm. Bebeklerin tavandan sarkan bez
salıncaklarda uyumaya bırakıldığı, o salıncağa bağlanan ve kolay sallanmasını
sağlayan ince çoraplarla annelerin yattıkları yerden bebeklerini salladığı, kız
çocuklarının kulaklarının ucu yakılmış iğneyle delindiği ve kapanmasın diye
beyaz bir ip parçasının küpe niyetine takılı bırakıldığı, ablanın, abinin ya da
komşunun çocuğunun küçülen kıyafetlerinin saklandığı, o çamaşırların soba
borusunun üstüne takılan askılıkta kurutulduğu, diş çıkartan çocukların ağzına
kemirsin; ama koparamasın diye turşu biberi ya da yeşil soğan verildiği, kreşin
olmadığı; ama onun yerine babaanne, anneanne, komşu anne gibi gayri resmi
kurumların olduğu, bebeklerin yemek yemeye başlar başlamaz aile sofrasına
oturtulduğu ve herkes ne yiyorsa onu yediği, daldan düşen olgunlaşmış meyvenin
suyunu emerek kendi meyve suyunu kendisinin sıktığı, çocukların küvette değil
de leğende yıkandığı ve ‘’ sular aşağı kızım yukarı’’ diye garip bir temenniyle
sudan medet umulduğu, yürümeyi kendi evinin bahçesinde öğrendiği, boy
cetvellerinin yerini kapıya atılan çentiklerin tuttuğu, bayram akşamları
avuçlarımıza kına konduğu, bugün doktorların ‘’uyaran’’ diye tabir ettiği ve ‘’
bir çocuk ne kadar çok yaran alırsa o kadar iyidir’’ dedikleri o uyaranların
kendi dünyamızın çakıl taşları, tozlu yolları, yıkanmadan yenen meyveleri
olduğu, yere düşen bir yiyeceğin üstündeki bakterileri üfleyerek yok
edebileceğimize inanacak kadar saf, akşam ezanı duyana kadar özgür olduğumuz
bir dünyadan bahsediyorum.
Büyük ninemizin 13 yaşında ilk çocuğunu dünyaya getirdiğini
öğrendim örneğin. Küçücük bir çocukken yaşadığı bu travma yetmiyormuş gibi,
daha büyüğü ile karşılaşmış ve ilk bebeğini kaybetmiş. Küçüktüm, dedi, bebek
öldü dediler. Oturdum bahçede ağladım. Kayınvalidem geldi, yüzüme bir tokat
attı, öyle her şeye ağlanmaz, dedi, kalktım işime baktım, bir daha ömrüm
boyunca hiçbir şeye ağlamadım, dedi. Şimdi düşünüyorum, doğru neden ağlasın ki,
insan buna da ağlamayacaksa neye, neden ağlasın ki?
Bu kitapta böyle bir hikayeye yer yoktu elbette. Fakat bakıyorum, bu hikaye 70 yıl öncesine ait. 70 yıl önce çocuk, hayatın içinde bu kadar değersiz görülüyordu. Sonra yavaş yavaş ailenin içinde bir birey olarak yerini aldı. Şu günlerdeyse birey olmanın tadı biraz kaçtı gibi. Pek çok aileyi, anne babalar değil, çocuklar yönetiyor. Öyle aileler var ki, ebeveynler ipleri çocuklarının ellerinde dolaşık duran kuklalar gibi. Onlar ne isterse o oluyor, onlar nereye gitmek isterse oraya gidiliyor, evde ne pişeceğine, televizyonda ne izleneceğine çocuklar karar veriyor.
Bakmayın masum durduklarına, boşluğu gördükleri anda sistemi ele geçirecek kadar sinsiler aslında. Çocuğuma değer vereceğim, ona kendini değerli hissettireceğim, öz güvenli çocuklar yetiştireceğim derken kantarın topuzunu biraz kaçırıyoruz galiba.
Birden bire üç çocuk sahibi olan eski zaman anneleri gibi
hissediyorum bazen kendimi. Sonra o kahraman kadınları düşünüyorum. O kadar
imkansızlıklar içinde nasıl bakmışlar o kadar çocuğa, nasıl yetişmişler, hem
tarlada çalışıp, hem evin işini yapıp, çamaşır makinası, bulaşık makinası ve
bilimum alet edevat yokken nasıl insan yetiştirmişler, düşününce hayretler
içerisinde kalıyorum.
Geçenlerde bir arkadaşımla konuştuk, on arkadaşı on kardeşin
en küçüğüymüş. Dedim ki, nasıl bakıp, nasıl yetişti o anne o kadar çocuğa? Senin
benim gibi bakmamışlardır, ekmeğin üstüne yağ sürüp göndermiştir sokağa dedi.
Durdum düşündüm, dedim ki, iyi de şekerim bir dilim ekmek yağlamak var, on
dilim ekmek yağlamak var!
İşte böyle. Bizden iki nesil önceki o annelerle bizi kıyaslamaktan kendimi alamıyorum. Çoğu zaman kendi çocukluğumla modern dünya arasında sıkışıp kaldığım anlar oldu. Sonra en doğrusunun içimden ne geliyorsa, en doğru gördüğüm neyse o olacağına kanaat getirdim. Hala çocuklarla ilgili sorunla karşılaştığımda uzmanlar ne diyor bir ona bakıyorum, babaannem-anneannem ne diyor bir de onlara danışıyorum, sonra bir de kalbime soruyorum, sen ne dersin diye.
Öyle demeyin, annelerin kalbi konuşur. Benimki konuşuyor ve
şimdi şunları söyledi: Söyle o yeni annelere, sakin olsunlar ve tadını
kaçırmasınlar. Çocuk yapmanın da bakmanın da…
ŞERMİN ÇARKACI
Ankara, Nisan 2014
Yorumlar
Yorum Gönder